Yüzeybilim Fragmanlar - Ethica Okumaları II / III



Teknoloji her ne kadar bilimsel açıdan gelişmelerin sağlanmasını kolaylaştırıp, gündelik hayatta pratiklik sağlasa da günümüzde kitapların, gazetelerin ve saf beyinlerin yerini donuklukla bolca doldurmasından ben de en az sizin kadar şikayetçiyim. Ha tabii derseniz ki ''yeni yazılan işe yarar ne kadar yayınlar kaldı?'' size yine hak veririm. Fakat okumayıp keşfetmediğimiz o kadar insan, o kadar eser var ki.. Biz sadece bunlardan kaçtığımız için bile suçluyuz aslında. Bu eserlerin birçoğuna internet üzerinden erişmek mümkünken birçoğuna da ikinci el kitap satan sahaflardan erişebiliyoruz, e bu da bir şeydir. 

Sizinle internet üzerinde ve aynı zamanda Yüzeybilim Fragmanlar adlı kitapta da bulunan Ulus Baker'in ele aldığı Spinoza-Ethica Okumaları'ndan zaman içerisinde beğenip altını önemle çizdiğim bölümlerini paylaşmak istiyorum. O okumalardan hepimizin biraz biraz kendine katabileceği fikirler ve yeni düşünceler olduğunu savunmaktayım. Fakat paylaşıma geçmeden önce Spinoza ve felsefesi hakkında kısa bir bilgilendirme yapmakta sanıyorum ki fayda var.

Yaşamının ilk dönemlerinde ailesi tarafından Yahudi öğretileriyle yetiştirilmiş olsa da daha sonralarında yaptığı okumalar etkisinde doğa felsefesi üzerine yoğunlaşmış, Yahudi öğretilerinin dışına çıkmıştır. Hatta bundan rahatsızlık duyan hahamlar onu cemaatten atmakta karar kılmıştır. Bu olay gerçekten Spinoza'nın hayatını en çok etkileyen ve ondan şu an bu kadar bahsedebiliyor oluşumuzun dönüm noktası olmuştur. Felsefesini o zamanki yüzyıllarda temelde olan din başlığı altında değil, rasyonalizmle oluşturmuştur, mistisizmle yoğurmuştur. Kendisi muazzam derecede bir matematik hayranıdır ve bu hayranlığı felsefesine de yansımıştır. Felsefesinin ana problematiği ise "töz" meselesidir.

Biz bir filozofu ele alırken elbette onu döneminden bağımsız değerlendiremeyiz. Spinoza da çağdaşları gibi döneme hakim olan meselelerden etkilenmiş, çalışmalarını da onun üzerine oluşturmuştur. 16. ve 17. yüzyıllara baktığımızda da çoğu filozofun uğraştığı konu tam olarak töz meselesiydi.


Ethica Okumaları II
Ulus Baker

Ve işte Spinoza'dan bir düşünce sekansı:

Ethica III. Kitap, Önerme 58 diyor ki, "Tutku olan Sevinç ve Arzu'nun ötesinde, başka türlü Sevinç ve Arzu duyguları da var --bunlar yalnızca faal olduğumuzda bizimle ilgililer."
Hemen ardından 59. Önerme: "Faal olduğu açıdan Zihne ilişkin bütün o duygular arasında Sevinçlerden ve Arzulardan başkası hiç yoktur; yani bunlardan hiçbiri Kederli değildir..."
Yani sevinçlerimizin nedeni çoğunlukla biz değiliz --dinlediğimiz bir müzik, okuduğumuz bir kitap, seyrettiğimiz bir film, ilk bakışta aşık olduğumuz biri, doğumumuzdan sonra annemiz, zora düştüğümüzde babamız, dostlarımız vesaire. Bunlar pasif sevinçlerdir, çünkü nedenleri
ortadan kalktığında onlar da ortadan kalkarlar. Ama faal olduğumuz sevinçler ve arzular da mümkün: ama onları bizzat "üretmek" zorundayız --çünkü faal olmak üretmek demektir: o halde --bestelediğimiz müzik, yaptığımız bir film, yazdığımız bir kitap, aşık olmayı becerdiğimiz bir an, bu anların hepsi aktif arzulara tekabül eden aktif sevinçlerdir.
Ve bu aktif sevinçler (Fortitudo: ruh güçlülüğü) Spinoza tarafından ikiye ayrılıyor: Ruh Sağlamlığı (Animositas) ve Ruh Cömertliği (Generositas)... Bunlardan ilki tutkularla değil de akılla varlığımızı sürdürmeye çabalama arzumuz. İkincisi ise bir "cömertlik", yani sadece
aklımızla insanlarla iletişime girmemiz, onlarla yardımlaşmamız ve ortaklaşmamız --yani toplum... İlkinde bir Ayıklık (Sobrietas), bir Oranlılık (Temperentia), tehlike anında Uyanıklık (Praesentia in periculis animi) var... Bunlar Ruh Güçlülüğüne aitler... Alçakgönüllülük (Modestia) ve Cömertlik (Clementia) ise Ruhun Cömertliğine aitler... Bununla insanlarla birarada olmak için nedenlerimiz oluyor.
Spinoza'nın terminolojisi ilk bakışta size dehşet verici gelebilir. Ancak politik ve etik uzantılarını tahlil ettiğinizde her şey bambaşka bir havada görünecektir. Mesela Cömertlik Ruh Cömertliğinin parçası olabildiği gibi pekala bir budalalığın, ikiyüzlülüğün vesaire dışavurumu da olabilirdi. Spinoza açısından kesin olan şey, bu tür ikiyüzlülülüklerin ve budalalıkların ötesinde, kendi varlığımızı sürdürme çabamızın (conatus) bir eseri olan bir cömertliğin mümkün olduğudur. Kendinden vazgeçmeden başkasıyla varolma. Oysa Spinozist tarzda yaşamayan bizler ya başkasıyla varolurken kendimizden vazgeçeriz, ya da birlikte varolacağımız başkasının kendinden vazgeçmesini talep ederiz. Bu da mutlak bir mutsuzluk ve pasifliktir. Böylece sevgi gibi sevinçli bir duygu bile bir şantaja dönüşür.
Aşk için gösterilen şiddet hemen dikkatimizi çekiyor: gazeteler epeyce yazar bunları. Ancak aşk uğruna kaybedilen sevgi miktarı insan aptallığının (Spinoza buna Ruh Köleliği diyordu) şahikasını oluşturuyor. Aşka yapılan en büyük hakaret karşıdakini belli şartlar dahilinde sevmektir --yani aşka koşullar dayatmak. Düşmanlığa (savaş, dava vesaire) kurallar dayatmak gerekir, çünkü o Kederli bir haldir ve ona dayatılacak her kural meselenin çözümüne yardımcı olur; oysa aşka kurallar dayatmak insan budalalığının ta kendisidir ki buna aslında hayvanlar bile düşmez.
"Tutku olan sevinç ve arzu" bizim normal halimizdir: onlarla geneleve gideriz, porno seyrederiz ve aslında aşık filan olmayız hiçbirinde. Çoğu zaman sevgililerimizle bile ilişkimiz bu düzeyde kalıyordur. Bu hallerde sevgi sanki birilerine bahşettiğimiz bir yücegönüllülük gibi görünür. Bu yüzden karşılığını bekleriz... Ya da, daha kötüsü, bir anda sevmişizdir işte --karşıdaki bu yüzden borçludur hemen... İşte o korkunç Ödipal durum: çocuk doğuyor, babasını öldürmeye aday, o halde Babanın Kanunu hemen dayatılmalı. İnsanın soracağı geliyor: acaba cinsellik duyguların bedensel bir manzumesi mi, yoksa onların köreltilmesi olarak mı işliyor?
Aktif arzular ise nasıl işler? Onların da sevinci amaçladığı açık: ama hangi sevinçler? Herhalde Spinoza'nın tanımladığı kadarıyla "aktif sevinçler", yani nedeninin biz olduğumuz sevinçler. Psikanaliz çok uğraştı, yakınlara rastgeldi ama bunları asla tanımadı. Anlayabiliyoruz ki aşk cevap vermektir, sevmek değil. Sevmeyi içerir ama esas mesele o değildir. Sevgi genel bir duygudur çünkü --karşılığında beni sevemeyeceğini bilsem de zeytinyağlı dolmayı severim. Günbatımını severim, yağmurlu havada ıslanmayı severim vesaire... Ama bu sevgiler bile çoğu zaman "kültürel" olarak dolayımlanmıştır: zeytinyağlı dolmayı seviyorum ama aslında bilmeden sevdiğim o zeytinyağlı dolmayı yapan "usta" değil midir? Ya da o güzelim günbatımının resmedildiğini hiç mi görmedim? Turner "manzaraları" hayalimde yoksa hiçbir şekilde günbatımından "aktif" bir sevinç almam (bu sevinç bir "hüzün" bile olsa). Olsa olsa günbatımının bendeki etkilerini pasif olarak yaşarım. Oysa bir Turner tablosunda günbatımını "yeniden kurmak" zorundayım. "Bir ana evet diyebilmek" Goethe'nin eseridir, olağan gündelik hayatın değil.
Spinoza gösteriyor: neyse ki bazı sevinçler "aktif" ama bazı "acılar" ve "kederler" de öyle. Bu ikinciler ise çok tuhaf şeyler, çünkü acı çeken bir varlığın "aktif" olabileceğini asla düşünemiyoruz. Oysa Spinoza diyor ki, "kısmi" acılar da var ve bunlar bizi uyarabiliyorlar: hüzünden keyif almamız, üzüntülü bir müziği dinleyebilmemiz işte bu durumdan ibaret... Bir yerden kaybettiğimizi başka bir yerden fazlasıyla alıyoruz... Aktif bir hüzün, keder veya kırgınlık. Acılardan öğrendiğimiz oluyor pekala ve bu olmadan çoğu zaman hiçbir şey öğrenemiyoruz.
Şimdiye dek bahsettiğim her şeyi sanat eseri adını verebileceğimiz bir şeyin etrafında örmüş bulunuyorum. Nazizm meselesinden dolayı kıllansam da Heidegger'in sanat eserinin "yeri tutan" bir "şey" olduğu fikrini ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum. Bilmem sizler ne dersiniz.




Ethica Okumaları III

Etika'nın Üçüncü Kitabının Duyguların Tanımına ayrılmış bölümündeki 38 numaralı önerme tek ve biriciktir... "Zalimlik" veya "Vahşet" tanımlanır burada --hemen aktarayım şöyle: "Zalimlik ya da vahşet birinin bizim sevdiğimiz veya acıdığımız birine zarar vermeye yönelik hissettiği dürtüdür..." Ve Spinoza bu tanımın hemen ardından bir açıklama yapar: "Zalimliğin zıddı bağışlayıcılıktır ve zihnin pasif bir hali değil, sayesinde insanın öfkesini ve kinini sınırlayabildiği bir kudrettir..."

Bu tanım ve devamındaki açıklama Spinoza'da biriciktir, çünkü yepyeni ve henüz aşamamış olduğumuz bir "öznellik" problemini hissettirir. Bu önermenin biricikliğinin tahlil edildiğiyle hiçbir komanterde karşılaşmadım. Ben de yalnızca tuhaflığı not etmekle kalacağım şimdilik, ama sadece Spinoza felsefesinin yorumlanması açısından değil, hayata dair düşünmenin güçleri açısından da böyle bir tuhaflığın gözler önüne serilmesinde bir yarar var.
Mesele şu: bilirsiniz, Spinoza çok sistematik bir düşünür --ve hatta tam da bu yüzden eleştirildiği de olur. Gilles Deleuze'ü bile şaşırtan bir bölüm, "duyguların genel tanımı" adı altında Ethica'nın duyguları zaten tanımlamış gibi göründüğü III. kitabın sonunda yer alıyor. Ve duyguların hemen hemen tümü o bölümde bir vücudun üzerindeki dış etkilerin idealarının nerede ve nasıl işlediklerine bağlı olarak tanımlanıyorlar. Mesela sevinç varolma kudretimdeki artıştır; keder ise azalış. Sevgi, "dış bir nedenin fikri eşliğinde varolma kudretimdeki artıştır (yani sevinç)"; nefret ise tersi vesaire. Yani Spinozist tanımlamalar zincirinde bütün duygular sanki hep bir özneyi varsayıyorlar gibi –bunun bir Ben, Ego olmasına da gerek yok, çünkü Spinoza için her şeyin bir vücutlar kombinasyonu olduğunu zaten biliyoruz.
Ama gelin görün ki Spinoza "zalimliğin" tanımında bambaşka bir öznellikten bahsediyor gibidir: bir tek bu duygu vücudun kendisine değil başka bir vücuda veya zihne atfedilendir. Biz kendimize "kötü" diyebilsek bile mesela "zalim" diyemeyiz ve Spinoza bu durumun farkındadır. Başka bir deyişle zalimlik insanların hep başkalarına atfettikleri bir duygudur. Başka bir deyişle, Spinoza'nın dilinde aslında bir duygu olarak ele alınmaması gerekirdi. Ethica'da Spinoza'nın ele almayı reddettiği ve olağan hayatımızda "duygu" diye nitelendirdiğimiz pek çok ruh halimiz var. Ve bunlarda hiçbir sorun yoktur: mesela gülme bir duygu değil bedensel bir etkilenmenin ta kendisidir. Ona tekabül eden birtakım duygular sıralayabilirsiniz: sevinç, sevgi, mutluluk.
Ama zulüm bambaşkadır. Biz onu illa ki bir başkasına atfederiz. Ve bu başkası bizim için zalim olursa bunun nedeni bize zulüm etmesi değildir. Öyle olsaydı ona zalim demezdik, dolaysız düşmanlığı yüzünden ondan zaten nefret ediyor olurduk ve nefret ile zalimlik arasındaki nüansa gerek kalmazdı. Spinoza meseleyi çok büyük bir incelikle yakalıyor gibidir:
"zalimlik" bize karşı değil, "sevdiğimiz veya acıdığımız" birine karşı yönelen bir "kötülük" isteğidir. Bir kral bendelerini eziyorsa ona zalim denir. Ben de onun bendesiysem bu daha sert duygulara yol açacak şekilde "katlanır" benim için --ve ben ondan dosdoğru nefret ederim... Ama bir sevdiğime, acıdığım bir kişiye karşı gösterildiğini düşündüğüm şiddet de bende doğrudan nefret uyandırır. O halde "zalimlik" gibi bir kavrama gerek kalmazdı. İşte Spinoza'nın muhteşem inceliği bu noktada belirir: zalimliği bir eğilime yorarız, bir eyleme değil. Bir eylem olsaydı onu gerçekleştirenden basitçe nefret ederdik, olur biterdi. Duygulardan bahsederken Spinoza'nın dil ve tanımlama kalıbının zalimlik konusunda
neden değiştiğini zannederim hissetmeye başlıyorsunuz. Sevgi, nefret, korku, aşağılama, alçakgönüllülük --Spinoza'nın tanımladığı bütün duygular (affectus) eğer felsefeyi kötüye kullanarak Kartezyen bir Ego varsayarsanız, işte o kabın içine dahil edilebilirlerdi. Bir tek "zalimlik" illa ki "ötekine" aittir... Her şeyden önce bir "dürtü" olarak tanımlanır... Peki bizde başkalarının dürtüleri konusunda ne gibi bir fikir olabilir ki? O halde bu bir "atıftır"... Ötekine yüklediğim bir suçlamadır.
Zalimden nefret ediyorumdur, bu açık. Çünkü sevdiğim birisine kötülük etmeye hep itiliyor olduğunu varsayarım. Varsaydığım onun bir iç dürtüsü gibi kabul edildiğinden ortak dilin içine onu bir nevi "gammazlarım". O zalimdir, vahşidir... Bu Spinoza'nın çok iyi incelediği bir "özne atfetme" sürecidir. Zülum diye algıladığımız bir eylemle karşılaştığımızda o eylemi gerçekleştirene hemen "zalim" deriz. Bu geçişin pek masum olmadığını Spinoza hissediyordu.
Şimdi esas konumuza geçebiliriz --her ne kadar bu noktaya kadar Spinoza'ya başvurma biçimim herkeste bir kafakarışıklığı yaratabilir olsa da. Spinozist bir perspektiften bakılınca sinema sadece ve sadece zalim ile tersini, yani kendine, nefretine ve kinine mukayyet olanı gösterebilir. Zulmü göstermek çok kolay: her yerde epeyce var ve sinemanın tarihinde en az diğer sanatların toplamında temsil edildiğinden daha fazla bulunuyor. Oysa zalimliğin (Spinoza'nın inceleme biçimine göre aynı tanımla tanımlanması gereken) zıddı olan gücü, kinine ve öfkesine hakim olma çabasını göstermek çok zordur. Hemen anlıyoruz ki bu noktadan itibaren Deleuze'ün bahsettiği gibi, "eylem-imajlardan" vazgeçip "zaman-imajlara" geçmek gerekecektir. Unutmayalım ki zalimlik hep başkasına atfedebileceğimiz bir kederdir. Atfedildiği için o kişide aslında bir zevk olabilir (bu bir sadomazo olayı gibi görünüyor). Birisi bize "zalim" olduğumuzu söylerse biz bunu asla üstümüze alınmayız. Ama karşılığında ona "zalim" demeyiz. Oysa Spinoza hissetmiştir ki, "birinin bizden nefret ettiğini hissedersek ve kendimizde bu nefretin nedenini bulamazsak, karşılığında ondan zorunlu olarak nefret etmişizdir zaten", dolayısıyla nefretin işleyişi ile "zalimlik" atfının işleyişi arasında psikolojik,
mantıki, sosyolojik ciddi farklar bulunuyor. Hep başkaları zalimdir, biz asla olamayız. Hiçbir ceberrut hükümdar zalimliği kabul etmez --öfkelendiğini, nefret ettiğini söyler ama "zalimlik" kabul edilebilir bir etiket değildir. (Spinoza ve aşktan bahsederken bu vahşet nereden çıktı diyeceksiniz ama, inanın birbirlerinden çok uzakta değiller)...
Bütün sorun aslında Spinoza'nın sadece tek bir duyguyu, zalimliği veya vahşeti "bize dair" değil, "ötekine dair" tanımlamış olmasından çıkıyor. Ve bence Spinoza'nın labirentlerinde kaybolmak üzereyiz (ya da, diyelim, labirent onun ardılı Leibniz'in uzmanlık alanıdır, Spinoza okurken sürçerseniz kendinizi mutlak bir kaosta bulabilirsiniz).
Peki, yine Spinozacı bir soru: zalimlik hep "ötekine" ait olduğuna göre acaba gerçekten ondaki bir kedere tekabül ediyor mu? Spinoza tariflerinde bütün duygular, başkalarının arzularına yönelik olarak hayal edildiklerinde "gerçek" değil, "hayali"dirler. Sevmek demek birinin keyfinin nedenini kendim diye algılamamak demektir. Spinoza her şeyi tek bir plana yaymıştır: "birinin beni sevdiğini düşünüyorsam ve ona bunun için hiçbir neden sunmadığıma inanıyorsam, karşılığında zorunlu olarak onu severim" dediğinde Spinoza bu inançlar kalabalığının asla "gerçek" bir duygulanma nedeni olmadığını ısrarla hatırlatmayı da ihmal etmiyor. Spinoza için "onun sevgisi" benim vücudumda uyanan, benzerimin imajındaki bir değişimin benim kendime dair imajındaki değişime yakınlığından dolayı türeyen bir hazdır. Dolayısıyla, bendeki sevincin nedenini en az iki yerde bulabilirim: kendimde veya başka bir yerde... Kendimde bulamadığımda karşımdakinde bulmuş olurum ve böylece sevginin Spinozacı tanımı doğrulanır: beni seviyor, oysa beni sevmesi için hiçbir şey yapmış değilim, dolayısıyla sevdiğim odur... Bu basit bir nedensellik ilişkisi değildir: başka bir deyişle önce vaziyeti hissedip ondan sonra sözkonusu duyguyu yaşamam. Hissetme ve duygu aynı şeydir.
Kırılma noktası gerçekten de bir niyet olarak kavranan "zalimlik" ile ilgili olarak ortaya çıkıyor. Birinin bana zulüm ettiğini söyleyebilirim; ama bu aslında kendime acıdığımdan başka bir manaya gelmez.
Bu duyguyu ön plana çıkarmamın nedeni epeyce günlük hayat parçası olmasından ve politik açılımları bulunmasından dolayı aslında kısmi bir yalan söyledim. Çünkü Spinoza'nın "hep başkalarına atfedilen duygular" konusunda birçok başka örneği var: mesela "cüret" birinin eşitlerinin asla kalkışmayacağı tehlikeli bir işi göğüslemeye yönelik arzusudur. "Ödleklik" ise, tam tersine, birinin hemcinslerinin cüret edecekleri bir tehlike karşısında yüzgeri eden kişi için denir. Dolayısıyla arzudan kaynaklanan bir duygu değildir.
Bir de hadi bakalım, Spinozist tanımıyla şöyle bir duyguya ad takın: öyle biri ki kötü bir durumdan kaçma arzusunun önüne korktuğu o kötü durum karşısındaki onmazlığı çıkıyor --başka bir deyişle başına gelecekler karşısında "dili tutuluyor"... Gördüğümüz gibi Spinoza kaosu burada da işlemektedir.
"Ödlek", "Zalim", "Beceriksiz" --bütün bu duyguları genellikle hep "başkalarına" atfediyoruz. Bir konuda "beceriksizlik" ettiğimizi söyleriz ama bu o anla, o konuyla ve ileri süreceğimiz faydacı argümanla ilişkilidir. Buna karşın temel kötü duyguları rahatlıkla üstlenebiliriz: "öfkelenmişizdir", "nefret ederiz", "korkarız", "umut ediyoruzdur" vesaire. Spinoza'daki bu anlatım değişikliği --ki özneyle yüklemin yer değiştirmesi kadar kesindir-- belki bizi bir kaosa atıyor, ama duyguların dilini anlamak yine de gerekir.

Yorumlar

Popüler Yayınlar